"Düşündüm de, insan kendi yaşamının yağmurlarında ıslanma fırsatını kaçırmamalı." -Charles Bukowski-

30 Ocak 2012 Pazartesi

Elimizde Olanla Yetinmemek Niye ?

Yaşamlarımızdan, sahip olduklarımızdan neden memnun olamıyoruz? Hep daha fazlasını istiyor,bencilce davranmıyor muyuz? Daha başarılı, daha zengin, daha güzel/yakışıklı , daha çok sevilen olma arzumuzu neden dinginleyemiyoruz?
Sahip olduğumuz yaşam iyi ya da kötü bizim yaşamımız.Merkezinde biz varız. Bizim yaptıklarımızla veya yapmadıklarımızla şekillenen bir yaşam var elimizde. Düşünüyorum da bazen; sokakta yaşayan annesi babası tarafından sevgi ve saygının 's' sini görmemiş, genç yaşta başa gelebilecek en kötü felaketlere tanık etmiş biri de olabilirdik. Ya da yürüyemeyen, elleri olmayan, gözleri görmeyen biri de...Ya da nebiliyim çok zengin ve soylu bir aileden gelen her istediği hemencecik oluveren, can sıkıntısını partilerden partilere koşmakla gideren birisi de...
Her kim olursak olalım her birimizin hayat yolu , kaderi ayrı çizilmiş ve buna yön verecek olanlar da bizler değil miyiz ? Bizlerden daha iyi yaşayan insanlara imrenerek hayatımızı geçirmek niye? Neden sahip olduklarımızın kıymetini onları kaybedince anlamak zorunda kalıyoruz? Her şeye sahip olduğunu düşündüğümüz biri mutsuzken, giyeceği veya yiyeceği olmayan birinin mutlu olması neden anormal geliyor gözümüze? Hayatımızın belki de bir başkasının hayali olduğunu düşünerek , sahip olduğumuz her şey için şükrederek  yaşamamız gerektiğini daha ne zaman fark edeceğiz?

28 Ocak 2012 Cumartesi

Ekmek Arası...

Önümde uzanan yolu görebiliyordum. Yoksuldum ve yoksul kalacaktım. Para değildi özellikle istediğim. Bilmiyordum ne istediğimi. Hayır bilmiyordum. Saklanabileceğim, saklanıp bir şey yapmak zorunda kalmayacağım bir yer istiyordum. Bir şey olma düşüncesi beni korkutmakla kalmıyor, hasta ediyordu. Avukat, danışman, mühendis veya benzer bir şey olmayı düşünmek bile olanaksızdı benim için. ... Bu tür şeylere katlanmak için mi dünyaya geliyorduk? Bulaşıkçılık yapmayı, akşamları küçük odamda içki içip sızmayı yeğlerdim.
Charles Bukowski 

24 Ocak 2012 Salı

Olumsuzluk üzerine...

Her zaman olumsuz olmakla suçlandım. Çamur atma sanatından başka bir şey değildir olumsuzluk. Zayıflıktır bence. " her şey yanlış! her şey yanlış!" demekten başka bir şey değildir. "bu doğru değil!" "o doğru değil!" i̇nsanın o anda olup bitene uyum sağlamasına engel olan bir zayıflıktır olumsuzluk. Evet, kesinlikle zayıflıktır, aynı iyimserlik gibi. "güneş parlıyor, kuşlar ötüyor, gülümse." O da palavra. gerçek ikisinin arasında bir yerde yatıyor. Her şey olması gerektiği gibi. Baş etmeye hazır değilsen… Geçmiş olsun evlat. -Charles Bukowski-

23 Ocak 2012 Pazartesi

Fernando Pessoa'dan...

Sayısız insan yaşar içimizde,
hissetsem de düşünsem de bilemem
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.

Ruhsa, birden fazla var bende.
Ben’se benden daha fazlası.
Herkes kayıtsız oysa
yaşadığım hayata:
Susturuyorum onları,
kendim konuşurken.

Hislerim, hissetmediklerim
onlardan doğup da birbiriyle
çelişenler. Farkına varmıyorum
hiçbir şeyin yalnızca yaşıyorum ben,
olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.

20 Ocak 2012 Cuma

Bazen Yalnızlık İyidir...

Bazen yalnız kalmak istiyorum. Telefonumu kapatayım, netten falan da kimse ulaşamasın bana. Zira zaman zaman böyle de yapıyorum.
Sıkılıyorum bazen. Alışkanlıklarımdan, kendimden, çevremden, okuldan,derslerden...Bir süre hiç bir şeyle ilgilenmeyesim geliyor. Sadece iç sesimi duyabileyim ona anlatayım hissettiklerimi,düşüncelerimi. Yargılamadan, sözümü kesmeden dinlesin beni. O dinledikçe ben hafifleyeyim, içimde biriktirdiklerimi döküvereyim önüne...
Akşama doğru yağmur yağsın mesela. Sağanak yağsın hem de. Çıkayım tek başıma sokağa. Şemsiye de almayayım yanıma. Islansın saçlarım, yağmur yıkasın yüzümü.Haykırayım doyasıya söyleyip isteyipte söyleyemediklerimi. Varsın deli desinler bana umursamayayım artık kimin ne dediğini.Çeksem içime mis gibi yağmur kokusunu, toprak kokusunu.
Ya da kar olsun dışarıda ve soğuğa aldırış etmeden çıkayım dışarıya ve ellerimle dokunsam kar tanelerine ellerimi hissedemeyecek duruma gelene kadar...Umrumda olmasın hiçbir şey sadece ve sadece o anın tadını çıkarayım.
Kendi kendimle baş başa kalıp geleceği düşünmek ve sürekli yaptığım planlar arasında bocalamak yerine an'ı yaşamaya karar verdim sonunda. Aslında hep böyle düşünüyorum ama yaşamıma uygulayamıyorum galiba. Bundan sonra yarın için endişelenip bugünümü de kaçırmak istemiyorum. Her anın,  her günün, her saatin ,her mevsimin tadına varmak istiyorum. Her yaşadığım anın hem de acısıyla,tatlısıyla.
Üç dört gündür yalnızım mesela.Arkadaşlarım memleketlerinde , bazılarının da sınavları var yani yalnızım ben de. Ama diyorum ya bazen öyle tatlı geliyor ki yalnızlık. Bol bol kitap okuyorum, uyuyorum vicdanım rahat bir şekilde. Çalışmam gereken dersler de yok çünkü tatildeyim sonunda. Ne istersem onu yapıyorum yani. Bu yüzden bazen yalnızlık çok ama çok iyidir!

18 Ocak 2012 Çarşamba

Kısa Hayat Öyküm / Abidin Dino

"Benim yapabildiğim, yaptığımı umduğum, son soluğuma değin yapacağım ki önümde uzun bir zaman yok, biliyorum bu birtakım şeylerin yaklaşmakta olduğu duygusunu yaşamak ve yaşatmak. Her zaman felaketleri düşünmemek gerek. En korkunç acılardan sonra tüm bu yaşadıklarımız olağanüstü güzellikte bir yaşama dönüşebilir."

16 Ocak 2012 Pazartesi

uzun yıllar mı dersin günler mi dersin  geçeli
ne geçeli?
yokuşu çıkıp da bir başına bizim kehremanın,
müzik dolabına bir plak koyduğundan bu yana.
şimdi başlayalım yazmaya

Neresinden tutunacağımızı bilemediğimiz, elimizi her attığımızda düzeltmekten çok bozmaya eğilimli olduğumuz bir yapboz mudur hayat?
“Medeni” hayata geçebilmek için iznimiz olmadan atalarımızın kabullendiği kurallara uymak zorunda mı bırakıldık? Yoksa sınırları kesin bir şekilde kara kalemle çizilmiş bir çemberin içinde dönüp dolaşıyoruz da durup durup kendi benliğimize mi çarpıyoruz?
Tezer Özlü

15 Ocak 2012 Pazar

William Shakespeare'dan...

Yağmuru sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun, güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun, rüzgarı sevdiğini söylüyorsun rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun. İşte bundan korkuyorum ; Çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun...

14 Ocak 2012 Cumartesi

Yağmur...

Kadınları en iyi yağmur mu anlar ya da yağmuru kadınlar mı anlar? Şarap içilmeyecekse peynir niye var? Kitap okunmayacaksa yağmurla çay niye var? Aşık olunmayacaksa kadınlar ve adamlar niye var? Madem ki büyük
yanlışlar olmayacak, bu hayat niye var? Şu anda bardaktan boşanırcasına yağmur var. Hep öyle denir değil mi? Bardaktan boşanırcasına… Zaman gece yarısından sabaha doğru ilerlemekte yavaş yavaş. Yağmur camlarla beraber ruhumu da yıkıyor.  Zaman sabaha doğru yol alırken sessizlik hüküm sürüyor. Sessizliği bozan; huzur ve mutluluk duymama sebep olan yağmur.  Yatmadan önce doğa ninni söylüyor derinden ve sakince.
 
Sesini duyuyorum. Şu an gündüz vakti olsa kendimi dışarı atıp, sırılsıklam olana, saçlarımdan sular süzülenene dek yürümek isteyeceğim an. Yürürken yüzümde bir gülümseme olacağını biliyorum. Neden diye sormayın, öyle olur işte. Geçtiğin en pis sokak bile yağmurla birlikte yıkanmıştır, cennet gibi gelir. Ayaklarına sular girer belki ama “olsun, olsun değer” dersin. Biraz da üşürsün, ama aldırmazsın işte. Yağmur sana yaşadığını hissettirir. Baharla, yağmurla birlikte yenilersin kendini. Unutursun her şeyi. O anda doğanın bir parçasısındır artık. Sana gökyüzü ağlıyormuş gibi gelir. Hep mutsuzluktan dolayı ağlanmaz ya. Mutluluktan ağlıyordur, bence. Evet, kesinlikle mutluluktan ağlıyordur. Hayat kendisini yeniliyordur. Mutlu olmuştur gökyüzü ve sevinçten gözyaşlarını rahmet olarak sunuyordur, yeryüzüne.
Yağmur dindiğinde toprağın kokusunu içine taaa ciğerlerine kadar çekersin. Toprağın kokusunu ciğerlerinde hissedince varolmanın mutluluğu sarar her hücreni. Yağmur dindiğinde huzur da bırakır. Ansızın başını kaldırıp baktığında yağmurun geride hediye olarak bıraktığı gökkuşağını görürüsün ve hemen bir dilek tutarsın. Mutlaka o dileğin gerçekleşir. Yağmur ve gökkuşağı gibi iki mucize gerçekleşiyorsa, yüreğinin en derininden duyumsadığın dileğin neden gerçekleşmesin ki? Gökkuşağı hayaldir, hayallerin umuttur. Yağmur umudun simgesidir, canverendir, varoluşun ta kendisidir. Yaşamın ta kendisidir, yaşamın ayrılmaz bir parçası, tıpkı hiç bitmeyecek umutlarımız gibidir. Yağmur her insanın gözlerinin parlamasına sebep olur. İnsanlar hayallerinde büyük ya da küçük öyküler ve şiirler düşler. Damlalar
hızla yere değmeye başladığında, hiç aklına gelmeyecek çocukluğundan bir anı gelir oturur yüreğinin tam ortasına. Hüzünle gülümsersin. Şu anda yaptığım gibi Bülent Ortaçgil’den “Yağmur” şarkısını dinlersin.
İlkyaz yağmurları insana güneşli günleri vaat eder. Artık bıktığın kara kıştan çıkacağının müjdesini sunar. Doğanın yeryüzüne ve insanlara sunduğu en güzel oyuncaktır. Gökyüzünde bulutların yavaşça toplanmasını izlersin önce, sonra ışıklar saçılır etrafa ardından kocaman kocaman sesler duyulur. Evlerin camlarını titretir. Belki seni de… Sonra yağmur başlar, utanmasan altında dans etmek istersin. Çaktırmadan biriken su göllerinin üzerinden atlayarak bu mutluluğu yaşarsın. İlkyazda dünyaya geldiğim için şanslı sayarım kendimi. Ve o gün yağmur yağarsa bana Tanrı tarafından verilmiş en güzel armağanı tüm yüreğimle kabul eder, yeni yaşımın çok güzel geçeceğini umut ederim.
Ve yağmur – yağmurlar – / ah şu yağmurlar durmasa ya / ne güzel ıslanıyor ilk yaz / ne güzel ne güzel ne güzel / denize zorla sokulmuş / ağlamaklı bir çocuk gibi/
Edip Cansever

12 Ocak 2012 Perşembe

- Herkesten, her şeyden uzak.. sakin dingin, huzurlu ve en çokta yalnız.. bu dünya da var mı böyle bir yer?

- Var elbet, önce kendin ve sonra başını alıp gidebilecek kadar güçlü özgürlüğün.. ama kim başarmış bunu diye sorsan eğer, bilmiyorum bir hayaldir çoğu zaman..

11 Ocak 2012 Çarşamba

Ayna...

Şu hayatta en özendiğim insanlardan birisi de Saim Orhan. Yani nam-ı diğer Ayna Programının sunucusu. Nedenine gelince;
Küçükken bilim çocuk dergilerini okurdum hep, orada dünyanın bir ucuna giden belgeselcilerin, araştırmacıların çektikleri fotoğraflar olurdu bol bol. Amazon ormanlarında mı dersiniz, kutuplarda mı, çöllerde mi, dünyanın her yerinden fotoğraflar olurdu hem de.O zamanlar ben de hayal kurardım hep, Oralara gidebilmeyi, görebilmeyi, gezebilmeyi çok isterdim. Kendi çapımda küçük bir belgesel çekerdim belki de kim bilir :)
Gel zaman git zaman büyüdük tabi. Hayallerim de geçen zamanda büyümeye davam etti. Türkiye de bir çok il gezme fırsatı yakalamakla birlikte hala yurt dışına çıkamamış bulunmaktayım maalesef. O yüzden de hep çeşitli ülkelere gidenlere, elinde fotoğraf makinesi, sırtında çantasıyla dolaşan gezginci tiplere acayip derecede özenirim. Farklı kültürler tanımak, farklı insanlarla tanışmak eminim çok ama çok güzel bir histir, tecrübedir. Ufkunuzu da geliştirir, yaşama bakış açınız değişir belki de.
Ama hala gidemedim madem yurt dışına en azından ülkeleri tanıtan, farklı kültürleri evimize taşıyan programları izlemeyi tercih ediyorum ben de. Bunlardan birisi ve başlıcası da "Ayna". Pazar sabahı bana en mutluluk veren , zevk veren şeylerden birisi Ayna'yı izlemek...Her defasında iç geçirip, keşke Saim Orhan'ın yerinde ben olsaydım düşüncesi içimi kemirse de büyük zevk alıyorum izlerken hem de  yeni şeyler öğreniyorum.

Çok mu hayalperestim bilmiyorum ya da herkes bunu ister gibime geliyor ama sırtımda çantam, boynumda fotoğraf makinem ülkeleri gezebilmeyi çok isterdim. Hatta hayatım bundan ibaret olsun. Savrulayım bir ülkeden bir ülkeye. Fotoğraf çekeyim bol bol, yeni yeni diller öğreneyim. Her şeyi ardımda bırakıp yeni yelkenlere ufuk açayım. Ailemi, arkadaşlarımı da yanımda götürebilsem hele değmeyin keyfime. İzlemesi bile zevkliyken o anları yaşaması kim bilir nasıl zevklidir. Bu yüzden teşekkürler "Ayna".

10 Ocak 2012 Salı

Dostoyevski / Yer altından notlar

Siz insanların çıkarlarının yalnızca doğal, olumlu konularla ilgili bulunduğunu, yani refahın insan çıkarlarıyla ilgili olduğunu niçin bu kadar kesinlikle düşünüyorsunuz? İnsan aklının çıkarlarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu hiç? Belki de insan yalnızca refahtan değil, acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor. Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir. İnsanın yeri geldiğinde acıyı, tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir. Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok, yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter. Benim kişisel düşünceme göre, yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır.
İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor. Bu açıdan, ben ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğlerim. Ben kişisel kaprisimden, onu istediğim anda tatmin edebilme olanağımın olmasından yanayım. Komedilerde acının yerinin olmadığını biliyorum. Acı, camdan saraylara ise tümüyle yabancıdır. Acı,kuşku demektir, yadsıma demektir. İçimizde kuşku uyandıran bir camdan sarayı düşünemeyiz bile. Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden, çevresinde bir kargaşa yaratmak, yok etmek, dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz. Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?
Birdenbire bir şeyi anladım.Benim başka bir şehre gitmeme gerek yoktu ki. Tüm hayatım boyunca hep başka yerlere, bulunduğum mekandan ötelere gitme arzusu duymuş, kendi telaşımdan, hırsımdan, kendimle savaşmaktan yorulmuş, bunalmıştım. Şimdiyse zaten olmak istediğim yerdeydim. Tek yapmam gereken burada kalmak ve dürüstçe içime bakmaktı. Ben de öyle yaptım.
Elif Şafak

8 Ocak 2012 Pazar

Verdiğim değeri hak etmeyen insanları silmeyi,
Arkama dönüp bakmamayı...
Hiç kimse için kendime saygımı yitirecek bir
şey yapmamayı
Göz yaşlarımın değerini bilmeyi
Ve onları üç kuruşluk insanlar için harcamamayı
Ben izin vermeden kimsenin beni üzmeyeceğini
Kendimin her şeyden önemli olduğunu
Zor oldu
Geç oldu
Ama öğrendim !
Can Yücel

7 Ocak 2012 Cumartesi

Anlamak Zor...

Babam hep insanlarla uğraşmanın en zor şey olduğunu söyler bu hayatta. Büyüdükçe, yeni insanlar tanıdıkça veya başkalarının yaşadıklarını dinleyince ben de daha iyi anlamaya başlıyorum bunu.
İnsanlar...En karmaşık varlıklar bu dünyada. Ne dışıyla içi bir, ne söyledikleriyle yaptıkları. Anlaması güç, anlamaya çalışması daha bir güç. Zaman zaman inanamıyorum söylenenlere, yapılanlara. Düşünceler bu kadar mı kararmaya yüz tutmuş, yapılanlar bu kadar mı tutarsız saçma.
Kendimi bile anlayamadığım sorgulamaya çekindiğim şeyler oluyor zaman zaman. İyi olmaya çalışmak, iyi düşüncelere sahip olmak gittikçe daha bir zorlaşıyor galiba. Yıllar insanı değiştiriyor. Oysaki ben hep iyi olmak istiyorum, iyi kalabilmeyi başarabilmek...Çocuk saflığında tertemiz, bembeyaz bir sayfa barındırmak istiyorum yüreğimde...
İnsanlar bu kadar kötü olamaz, olmamalı diyorum kendi kendime. Ama bunu anlayacak yaşa bile gelemedim oysa ki. O yüzden daha bir korkuyorum. Hayatımda çıkarcı, bencil, hırslı insanlara yer vermek istemiyorum. Etrafımda bile görmek istemiyorum o tür insanları. Ama istemekle de olmuyor maalesef. Hayat karşımıza kim bilir kaç çeşit insan çıkaracak daha. Hayaldeki, olması gerektiği gibi toz pembe olmuyor her şey. Bu yüzden en büyük dileğim; iyi insanlarla beraber olmak, iyi insanlarla karşılaşmak ve en önemlisi de kötülüklerin barınmadığı, kötü insanların olmadığı bir dünyada yaşayabilmek...

5 Ocak 2012 Perşembe

Dört Eş...

Dört eşi olan zengin bir tüccar vardı. En çok dördüncü eşini sever; onu görkemli elbiselerle süslerdi. Ona büyük titizlikle davranır; her şeyin en iyisini vermeye çalışırdı.
Tüccar, üçüncü eşini de severdi. Ondan her zaman gurur duyar, arkadaşlarıyla tanıştırırdı. Ancak onun başka bir erkekle gitme korkusunu hep içinde taşırdı. İkinci eşini de severdi. Her zaman düşünceli ve anlayışlı olan ikinci eşi, aynı zamanda tüccarın en yakın sırdaşıydı. Nitekim, ne zaman bir sorunla karşılaşsa, ikinci eşiyle paylaşır, ikinci eşi ise her zaman onun zorlu dönemlerinden sıyrılmasına yardım ederdi.
Tüccarın ilk eşi ise, hep ona sadık kalmış, evin bakımı ve temizliği gibi sorumlulukları tümüyle üstlenmiş, eşinin işinde başarılı olmasında ve bu kadar zenginleşmesinde de büyük katkıları olmuştu. Ama tüccar, ilk eşini kadının ona karşı olan derin sevgisine rağmen sevmez, onu pek dikkate almazdı.
Bir gün tüccar hastalandı. Çok geçmeden öleceğini hissediyor, biliyordu. Hep sahip olduğu zengin hayatını düşündü ve kendi kendine şöyle dedi:
"Şimdi dört eşim var. Ama öldüğümde yalnız kalacağım. Ne kadar çaresizim!"
Sonra dördüncü eşine sordu, "En çok seni sevdim, en güzel kıyafetleri sana aldım ve sana büyük özen gösterdim. Şimdi ölüyorum, benimle gelecek misin?"
"Kesinlikle hayır" diye cevapladı kadın ve başka bir şey söylemeden öylece gitti. Bu cevap keskin bir bıçak gibi oturdu. Üzgün tüccar bu kez üçüncü eşine döndü: "Seni tüm hayatım boyunca sevdim. Şimdi ölüyorum, benimle gelecek misin?"
"Hayır" dedi üçüncü eşi de."Hayat çok güzel. Sen öldükten sonra yeniden evleneceğim."
Tüccarın kalbi bir kez daha kırıldı. İkinci eşine." Her zaman yardımın için sana döndüm ve sen hep bana yardım ettin. Şimdi yine senin yardımına ihtiyacım var. Ben ölürken, benimle gelecek misin?"diye sordu.
"Üzgünüm bu kez sana yardım edemeyeceğim." dedi kadın,"Sana sadece mezara kadar eşlik edebilirim."
Bu yanıt, hasta tüccarın kalbine bir yıldırım gibi düştü;artık harap ve bitkin bir haldeydi...
Sonra bir ses duydu:"Seninle birlikte terk edeceğim. Nereye gidersen git seninle geleceğim."

Tüccar, ilk karısının kendisine baktığını gördü. İlk karısı, yetersiz beslenmesi nedeniyle oldukça zayıflamıştı. Tüccar ölüme gittiği şu durumda bile onun haline üzüldü,"Keşke" dedi,"Keşke sana daha iyi bakabilseydim!"
Aslında hayatta her birimizin dört eşi var:
Dördüncü eşimiz bedenimiz. Onun iyi görünmesi için ne kadar zaman ve para harcarsak harcayalım, öldüğümüzde bizi terk edecek.
Üçüncü eşimiz, sahip olduğumuz statü ve zenginliğimizdir. Öldüğümüzde, onlar da bizimle gelmeyecek hepsi başkalarının olacaktır.
İkinci eşimiz ailemiz ve arkadaşlarımızdır. Yaşarken ne kadar yakın olursak olalım, bize ancak mezarımıza kadar eşlik edebilirler.
Birinci eşimiz ise ruhumuzdur. Hayatımız boyunca zenginlik ve statü peşinde koşarken ihmal ettiğimiz ruhumuz...Biz nereye gidersek gidelim, bizi takip eden tek şey.
Belki onu yetiştirmek ve güçlendirmek için şimdiden fazla vakit ayırmak, ölüm döşeğinde hayıflanmaktan daha iyi bir fikirdir.
Başken Üniversitesi Kültür Yayını / Eylül-2011

3 Ocak 2012 Salı

Paulo Coelho...Simyacı'dan.

Ninesini bir mektup yazarken izleyen çocuk sordu:
"Yaşadıklarımız için bir hikaye mi yazıyorsun? Yoksa benim hakkımda mı?"
Ninesi yazmayı kesti ve torununa şöyle dedi:
"Aslında senin hakkında yazıyorum.Fakat kelimelerden daha önemlisi.Kullandığım Kurşun Kalem. Umarım büyüdüğünde sen de bu kurşun kalem gibi olursun."
Çocuk merakla kurşun kaleme baktı. Özel bir kalem gibi görünmüyordu.
"Fakat daha önce gördüğüm diğer kurşun kalemler ile aynı!"
"Bu senin nasıl nasıl baktığın ile ilgili.Kurşun kalemin beş önemli özelliği vardır ki sen onlara sıkıca tutunduğunda ömrün huzur içinde geçecektir."
Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bir bu el Tanrıdır ve her zaman kendi kudretiyle bizi O yönlendirir.
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır.Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden birisidir.
Dördüncü özellik: Kurşun alemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı yada dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.
Beşinci özelliği ise her zaman iz bırakmasıdır...
Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.



2 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Sabah Yürüyüşü...

Penceremden giren güneş ışığının yüzüme vurmasıyla uyandım. Çok güzel bir uyku çekmiştim doğrusu. Mis gibi yaz havası odamın içine dolmuştu. Güllerin, yaseminlerin kokusu geliyordu hafif hafif burnuma. Saat sabahın sekiziydi ve evde herkes uyuyordu. Annem, babam, işten anca izin alıpta gelen abim ve en yakın arkadaşlarım. Nasıl başardık bilmiyorum ama aynı anda tatile çıkabilmeyi başarmıştık sonunda.
Hemen çiçekli elbisemi giydim ben de. Sessiz adımlarla kendimi taşlı, etrafı yeşillikli, çiçeklerle kaplı yolumuzda buldum. Bu sokakların hep anısı olmuştur zaten ben de.Bütün yıl özlemle, hasretle bu yollarda yürüyebilmeyi beklerim.
Hava da öyle güzel ki. Hayat, yaşamak ne güzel dedirtiyor insana.Pek bir kimse de yok daha sokaklarda, insanlar daha yeni yeni uyanmaya başlıyorlardır zaten. Biraz yürüdükten sonra balkonu menekşelerden geçilmeyen Ayşenur teyzeyi görüyorum balkonunda. El sallıyoruz hemen birbirimize o da etrafı seyrediyormuş öylesine. Biraz muhabbet ettikten sonra selam söylüyor annemlere ve ben doğruca küçük bir markete gidip kahvaltı için bir şeyler alıyorum. Çok güzel olmalı kahvaltı. En yakına arkadaşlarım gelmiş , abim gelmiş olsun o kadar da değil mi ama.

Sahil yoluna sapıyorum biraz sonra. Deniz bu saatte öyle durgun öyle zarif ve parlak ki...Sonsuza açılıyor sanki.Cennetteymiş hissini veriyor insana. Aman Allahım nasıl güzel bir manzara bu böyle. Bütün yıl boyunca bir sürü davaya bakmaktan öylesine yorgun düşmüşüm ki ilaç gibi geliyor bu manzara bana.Tüm yorgunluklarımı, mücadelelerimi unutturuyor bana.
Yavaş yavaş sokaklarda dolmaya başladı artık. Bakıyorum saat dokuz olmuş. Kendi kendimle çıktığım bu sabah yürüyüşünde oyalanmışım biraz. Ama insanın elinde değil ki. Bu temiz,güzel havayı doyasıya solumamak, denizin muhteşem berraklığına, dinginliğine kendini kaptırmamak mümkün değil...Ama evime dönmeliyim artık uyanmışlardır belki bizimkiler sonra merak etmesinler bide beni.
Köşeyi dönüp bizim sokağa saptığımda tombul, küçük bir bir kediyle karşılaşıyorum. Öyle tatlı ki sevmeden, kucağıma almadan duramıyorum. Annemlere de diyorum hep alın şöyle kedi, köpek diye hem arkadaş olur size hem de her geldiğimde bol bol severim ben diye ama dinletemiyorum işte. Kediciği bıraktıktan sonra nihayet eve varıyorum. Annem ve dostucuklarım uyanmışlar herkesin yüzünde bir tebessüm ve havada uçuşan günaydınlar...
Hayat diyorum. Şu anki mutluluğumu bir yere hapsetsem de çıkarıp çıkarıp yaşasam bu anı yeniden ne de güzel olur diye düşünüyorum ama doğruca mutfağa gitmeliyim tabi annem çağırıyor beni...
derken uyanıyorum alarmın sesiyle. Rüyaymış hepsi meğer...Tekrar uyusam ve devam etsem bu güzel rüyama olmaz mı? Lütfen ! :)

1 Ocak 2012 Pazar

Sadece Yazmak...İçten ve Öylesine...

Yazmak bir tutku derlerdi de inanmazdım. Yavaş yavaş ben de inanmaya başlıyorum buna. Keşke daha güzel ve daha anlamlı yazabilseydim, akıp gitseydi kalemimden tüm anlatmak istediklerim...
Yazdıklarım çoğu insana ulaşsaydı. Dersler , anlamlar çıkarsalardı ve hayatlarına bir yön verebilselerdi yazılarımı okuduklarında. Ne kadar büyük bir mutluluk kaynağı olurdu benim için.. Ama yazarlık öyle hafife alınacak bir meslek değil tabiki de. Her önüne gelen yazar olamaz bu devirde. Ciddi bir çalışmayı, özeni, araştırmayı ve bol bol okumayı gerektiren bir meslek. Yetenek te yadsınamaz tabi.

Benim amacım da yazarlık yapmak ya da yazarlığa soyunmak değil zaten. İçimden geçenleri, söyleyip isteyipte söyleyemediklerimi, kırgınlıklarımı, acılarımı, sevinçlerimi, başarılarımı, yeri geldiğinde başarısızlıklarımı korkusuzca, çekinmeden, kim ne düşünür diye umursamadan bir nevi kendi kendimle paylaşabilmek, kendime dönük bir uğraş sadece. Bir rahatlama yöntemi belki de.
Kalabalık ortamlardan uzaklaşıp, kapımı kapayıp kabuğuma çekildiğimde anlatabilmek, yazabilmek doyasıya...
Keşkelerimle ve geleceğe dair umutlarım ve planlarımla, kitaplarımla baş başa kalabilmek. Bazen insan yalnız kalmak, kendi kendini sorgulamak ihtiyacını duyuyor. Hissedilenlerin, duyguların, bazı zamanlarda en yakınlarımıza bile anlatamadıklarımızı yazabilmek istiyor.
Yazdıkça hafifliyor insan. En yakın arkadaşıyla dertleştikten sonraki gibi oluyor. Mutlu, rahatlamış ve geleceğe umutla bakan, geçmişiyle korkusuzca yüzleşebilen...